Wednesday, April 8, 2009

sabah sabah guzel bir haber

Bu haberi okurken kahkahalarla gulmekten kendimi alamadim. Nasil neselendim anlatamam. Kimse kimseyi dovmesin aslinda tabi ama... (Yazim hatalariyla beraber Radikal'den buraya aktardim.)

Tacizciye kadinlardan meydan dayagi

Samsun'un en işlek caddesinde yürüyen iki genç kız kendilerine laf attıklarını iddia ettikleri bir kişiyi tekme tokat dövdü

Kavgayı caddeden geçen sivil polis memuru ayırarak iki tarafıda karakola götürdü. Ancak genç kızlar şikayetçi olmadıkları için erkek şahıs hakkında işlem yapılmadı.

Olay bu sabah İstiklal Caddesi'nde meydana geldi. İki genç kız caddede yürüdükleri sırada kendilerini takip eden ve laf atan bir erkek şahısa saldırdı. Kızlardan biri köşeye sıkıştırıp boğazına sarıldığı erkek şahısa "Sen nasıl bir erkeksin. Senin karın, çoluk çocuğun yok mu? Beni sinir etme" diyerek döverken, çevredeki vatandaşlarda olayı seyretti. Bu sırada caddeden geçmekte olan bir sivil polis olaya müdahale ederek kavga eden iki kızla erkek şahısı ayırdı. Genç kızların şikayetçi olduğunu söylemesi üzerine sivil polis karakol ekibi çağırdı. Bu sırada erkek şahıs bir şey yapmadığını anlatmaya çalıştı. Genç kızlar polis ekiplerini beklerken biri sinir krizi geçirip ağlamaya başladı. Çevredeki insanların şaşkın bakışları arasında polis otosuna bindirilen kızlar, karakola gidince zanlıdan şikayetçi olmadıklarını söyledi. Bunun üzerine erkek şahıs hakkında polis hiç bir işlem yapmadı (dha)

Tuesday, March 3, 2009

Güldünya Konseri

ben gidemiyorum, siz gidin gidebiliyorsaniz. bence muthis bir konser olacak. sezen aksu var, sebnem ferah var, aynur var, bir de sevval sam var.

Tuesday, February 17, 2009

yine mi guzeliz, yine mi cicek

hem cok yorucu ama ayni zamanda cok guzel bir haftasonu gecirdim. cuma gunu umass dartmouth'a gittik, met tower kurmak icin. cuma gunu assembly yaptik. yorgun argin eve geldim, dus alip kendimi yataga attim. ondan once de cok cok guzel iki haber aldim, biri mine'den biri amrit'ten. kesinlestikten sonra nasil olsa yazarim tekrar. :) uyuyordum ki bir de ekim'den bir telefon aldim, bize geliyorlarmis! cuma gecesi onlar geldi, cumartesi pazar da onlarla gecirdik. cumartesi aksami bir guzel yemek yaptik, ve de raki masasi kurduk (tabii ki). ekimcigimi cok ozlemisim, cok iyi oldu. ama doyamadim ve o yuzden bu persembe ben oraya gidiyorum. ama ders calisacaz, plan bu.

dun tower raising icin ayni yere geri gittik. 3-4 saatte bitecegini dusundugumuz is binbir turlu terslik yuzunden butun gun surdu. 7 saat kadar falan. sirtim, bacaklarim, kollarim deli gibi agriyordu gunun sonunda. bugun de o yuzden evdeyim, sakin bir gun gecirmek icin. is guc var tabi yine ama, en azindan dinleniyorum bir yandan.

bi de yeni bir terry prattchett kitabi okumaya basladim. yeni degil de, ben yeni okuyorum. witches abroad. girisini okurken o kadar eglendim ki, buraya da yazmak istiyorum:

"Because the universe was full of ignorance all around and the scientist panned through it like a prospecotr crouched over a mountain stream, looking for the gold of knowledge among the gravel of unreason, the sand of uncertainty and the little whiskery eight-legged swimming things of superstition.

Occasionally he would straighten up and say things like 'Hurrah, I've discovered Boyle's Third Law.' And everyone knew where they stood. But the trouble was that ignorance became more interesting, especially big fascinating ignorance about huge and important things like matter and creation, and people stopped patiently building their little houses of rational sticks in the chaos of the universe and started getting interested in the chaos itself - partly because it was a lot easier to be an expert on chaos, but mostly because it made really good patterns that you could put on a t-shirt."

Tuesday, February 10, 2009

bir ece temelkuran yazisi daha

buradakileri okuyanlardan kime hitap edecek bilmiyorum, ama okurken benim arkadaslarim geldi aklima. eski bir yazi, buradan.

Erkekler için: Atmosfer mimarı kadınlar


Hepsi hoş kadınlar. Hoş deyince anla ki kederli hikâyeleri olan ve keder üzerine şakalaşabilen kadınlardan bahsediyorum. Güzeller, amenna! Ama söylediğim o değil. Şöyle rakılar konulunca acaba ne anlatacak diye merak ettiğin kadınlardan söz ediyorum. Seni güldürebilen ve ağlatabilen kadınlardan.
Geçmiş zamanla ilgili bir hikâyeye başlayıp tam en heyecanlı yerinde ‘O kadar da önemli değil’ deyip başka bir hikâyeye atlayabilen, demini o denli almış kadınlar yani.
Kimi erkekler kalabalık yerlerde kadınlara bir şey anlatınca ne kadar yüksek sesle konuşuyorlar. Ah! O azman, görgüsüz, genç irisi egolar! Neyse... Bunlar, eğilip masanın diğer tarafından, geçirdiği bir hastalığın adını ya da basbayağı edepsiz bir espriyi fısıldayıveren, sesli tarihe geçmesin diye bazen sessiz de konuşabilen kadınlar.
Onlar, onlardan biri, masaya oturunca etrafınızı bir hava sarar. ‘Kadının havası var’ dedikleri ondan. Etrafınızı bir hava sarar ve sadece sizin masada bir iklim kuşağı oluşur. Aşk değil, meşk değil; hayatın bir özütü varsa o sızar paçalarınızdan.
Artık ölüm de gelse bu kadınların elinden, kuruyup kalsanız da gitmeyeceksiniz, gidemeyeceksiniz.
Bu kadın sizi mundar edecek belki; mühim değil. Çünkü en çok şu anda yaşıyorsunuz. Birazdan ne diyecek, mesele bu. Ses, sesleriniz, bir hokkabazın topu gibi havada hoplayıp masaya değmeden alçalıp yeniden havalanıp oynadıkça ikinizin ağızları arasında, tabakların üzerinde ve bardakların kenarında, bitmesin isteyeceksiniz; bu akış hiç kesilmesin. ‘Hepsi hoş kadınlar’ deyince yani, bunları diyorum. Atmosfer mimarı kadınlardan söz ediyorum.

Omuz çantası
Hepsi hoş kadınlar. Erkeklerden söz ediyorlar. Ne kadar çok ve nasıl terk ettiklerini adamları anlatıyorlar. ‘Omuz çantamı alıp...’, ‘Tabii canım tabii, her şeyi bırakıp...’, ‘Deli misin sen, kim bilir kaç ev kurdum. Dur bakiim, son on yıldaaa...‘, ‘Bir hafta! Tabii canım, yeni ev tam bir haftada kurulur, çöp bidonundan çay süzgecine...’ ‘Herhalde ele geçiriliyor gibi hissediyorum ondan. Bilmem.’ Böyle. Bir de arada bir kikirdeme.
Bir gün yalnız ölmek, bir gün yalnız hastalanmak, bir gün sadece yalnızlıktan ağlamak korkuları sanki kızamık şekeri gibi eriyor ağızlarında. Sanırsın hiç korkmuyorlar aslında.
Sanırsın terk edip gittikleri adamlarda nelerini nelerini bırakmamışlar. İçlerinden neleri neleri kopmamış yıllar içinde. Sanırsın korkmuyorlar ‘Ya bir daha biri olmazsa’ cümlesinden, ‘Ya hiç kimse olmazsa’ diye kalpleri sıkışmıyor. Ama kalıbımı basarım kanıtlayamazsınız, anlayamazsınız, aklınızın kenarından geçmez.

Çiçek dürbünü alarmı
Anlamazsınız işte ve anlamadığınız için... Onlardan bir kuşun kanadı gibi geçer her şey, gözlerindeki çiçek dürbünlerinde bir kırıntı oynar sadece.
Bir kırıntı oynar gözlerinde ve sizin yeriniz değişir evrende, fark edemezsiniz. ‘Erken uyarı sistemi olmayan kadınlar’ bunlar. Ne bırakırım, ne terk ederim derler. Sadece gidiverirler. Gözlerindeki çiçek dürbününde bir kırıntı oynar oysa, daha ne olsun! Çoktan gitmiş olurlar zaten gittiklerinde, felik olsun diye değil, sadece ışıkları sönüyor onların tahammül ettiklerinde.
Tahammül etmeye başladıklarında ölmeye başlıyorlar. Bunu onlar bazı cinayetlere kurban gitmiş oldukları için biliyorlar. Hep aynı yerden kırılsa kalp mühim değil; ama hep çalışmadığı yerden kırılır gönül.
Baştan biliyorlar bunu ve bu yüzden bir kaplan ve bir yanık pervane, bir kısrak ve bir tedirgin sincap gibi ve en çok bir insan gibi kaçıp kaçıp gidiyorlar. Ve ne yazık siz bu hikâyeleri hiç bilmiyorsunuz. Bir kadının dinleyebileceği gibi onları hiç dinleyemiyorsunuz. Daha çok mu korkardınız acaba? Yoksa eteklerine daha mı çok yapışırdınız?
Bilmem. Belki böylesi daha iyi. Siz belki de hep bilmeniz gereken kadarını biliyorsunuz. Kim bilir? Belki de ancak kadınların bir kısmını görünce katlanabiliyor, ancak bu şekilde ödünüz patlamadan yaşayabiliyorsunuz.

Friday, January 30, 2009

a long and overdue account of the past week or so

yazacak o kadar cok sey geliyor ki aklima, resmen useniyorum baslamaya.

burada havalar cok soguk. gecen sali aksami buraya vardik, ve o gece kar yagmaya basladi. carsamba gunu okul kapaliydi. yerde hala delicesine kar var. yollar, kaldirimlar buzlu. yururken surekli ayagim kayiyor, minik minik adimlar atiyorum.

istanbul'dayken bir aksam, galiba juli, mehmet ve meral'le gecirdigim gunden sonra, eve gelince bir bira acip odamda oturmustum. bir yandan muzik dinleyip bir yandan internette siirler okumustum. o zaman buldugum bir siir var, cok guzel. birhan keskin'in. ben zaten bu kadina bayiliyorum. anlatimi cok duru, tam benim, bir soyleyebilsem, soyleyecegim sekilde yaziyor. siirlerinin cogu bende tam karsilik buluyor yani. bu da oyle:

DENIZ KABUKLUSU

O beni sahilden, kendimi gömdügüm , sertlesmis islak kumdan aldi,
elledi.
Ben, bana düsen aciyi da neseyi de yasamistim diye
düsündüydüm.

Içimdeki zayif hayvan çok olmustu öleli

O beni sahilden...
Yani yoktu sedefimden baska seyim

Derin denizlerle, soguk denizlerle
tuzla, dalgayla bogustuydum ben ve hayvanim çikmisti benden
Kendi içine kivrilmis, rüyasini unutmus
soguk tas degil miydim artik ben?

O bana bir rüya verdi, inanamadim.
(Bademin nesesi dedi, al bak dedi, kisacik dedi)

O benim yüregimi elledi.

Dersler basladi tabi. Bu donem yine bir ders aliyorum sadece. Electric power systems. Temel E&Mden basliyor, sonra three phase circuits, falan filan. devamini daha bilmiyorum. elektrik muhendisligi dersi aslinda. ama makina muhendisliginde almak istedigim hic ders yok. dersin hocasi cok enteresan. buradaki cogu hocadan cok daha fazla ogrencilerle ilgili. mesela herkesin fotografini basmis, herkesin ismini biliyor. ayrica derse gitmek zorunlu, kagit imzaliyoruz. ve surekli birilerine sorular soruyor. sirayla butun sinifi tariyor. oyle ki, dersi bos bos dinlemek imkansiz gibi birsey. ayrica odevleri gruplar halinde yapiyoruz, ve her grup bir soruyu derste sunuyor. ben derse gec katildigim icin ofisten arkadaslarim yerine bir grup son sinif ogrencisiyle ayni gruptayim. son dakikaya birakan tipler olmamalarini umuyorum.


asil yazmaya usendigim bolume geldik iste. rotterdam, amsterdam ve paris gezisi. oncelikle, boyle guzel bir gezi varken bile onumde, istanbul'dan ayrilmak her zamanki gibi cok zor oldu. valiz toplamayi yine son geceye biraktim cunku yolcu moduna girmeyi elimden geldigince ertelemek istedim. bir yerleri birakip gitmeyi hic ama hic sevmiyorum.

ucagimiz sabiha gokcen'den kalktigi icin erkenden evden ciktik, oraya vardik, basak'la bulustuk. bu sefer annemler icin daha zor oldu sanki, merve de benimle geldigi icin sanirim. pegasus'la amsterdam'a uctuk. yolculuk fena sayilmazdi. ben yine uyudum. :) amsterdam'da kuzenimin kocasi cenk bizi aldi, rotterdam'a goturdu. o zaman da yagmur yagiyordu, zaten hollanda'da oldugumuz sure boyunca yagdi. yolda 4 tane ruzgar tirbunu gorduk, yolun kenarindaydilar. amerika'da yollarin kenarina koymak heralde cok zor olur, turbulence yuzunden, ama avrupa'da regulationlar degisik tabii. rotterdam bence cok sevimli bir sehir. bisiklet yollari var, koprusu var, liman sehri. ayrica delft'e cok yakin. orada da cok iyi bir ruzgar enerjisi programi var. neslihan'in evine gittik. bize borek ve kurabiye ikram etti. :) bir de tabii ki mert, ezgi ve dilay'i gorduk. o kadar seker, o kadar eglenceli cocuklar ki! anlatamam, yasamak lazim. otur izle, zaman gecsin, oyle yani. ayrica ezgi ve dilay (3 yasindalar, ikiz) sofrayi kurdular bizim icin. o gun havanin cok soguk olmasina ragmen biraz rotterdam'i gezdik, sonra basak'i arkadasiyla bulusmasi icin biraktik, eve donduk. aksam da hande geldi, aile saadeti yasadik, yazdan fotograflara baktik.

cuma gunu amsterdam'a gittik. hande bizi arabasiyla goturdu. hava yine yagmurlu oldugu icin yine gonlumuze gore gezemedik. biraz ortalikta dolandiktan ve kizarmis patates yedikten sonra basak ve ben van gogh muzesine gittik, merve ve hande de madam tussaud's muzesine gitmisler. van gogh muzesi guzeldi, ama fotograf cekilmesi yasakti. sonra tekrar bulustuk ve red light district'i gezdik. servet'i beklerken de bir hediyelik dukkanina girip alisveris yaptik. ne yazik ki servet'le cok kisa gorustuk, amsterdam'da, bir yunan'in islettigi bir arjantin restoraninda 5 turk yemek yedik. :) sonra biz rotterdam'a donduk. bu sefer dayimlara gittik. boylece dayimi ve yengemi de gormus oldum.

cumartesi sabahi da paris'e gitmek icin trene bindik. paris'te once merve'nin donus biletini aldik, sonra gare du nord'dan otelimizin yolunu tuttuk. kocaman valizleri metro turnikelerinden nasil gecirdigimizi anlatmak isterim ama yazarak size o hissi anlatabilmem imkansiz, ancak yuzyuzeyken hakkini verebilirim. otelimiz oberkampf denen bolgede, ortalama, temiz bir oteldi. esyalarimizi biraktik, merve ve ben dus aldik, hazirlanip disari ciktik. cumartesi gunu louvre muzesini gezmeye karar vermistik. metroyla louvre duraginda indik, disari ciktik. paris cok guzel! yani, nasil anlatsam, herkesin paris icin anlattigi hersey dogru. gercekten. kimse abartmamis. louvre'un girisini ararken merve ve ben bir restoranda mesut yilmaz'i gorduk bu arada. sonra sora sora girisi bulduk.

louvre da paris'in geri kalani gibi gorkemli, etkileyici. hayranlik uyandirici. disarisi ayri guzel, icerisi ayri. ne yazik ki cok zamanimiz yoktu, sadece 2-3 saat gezebildik muzeyi, ama gordugumuz herseye bayilarak, agzimiz acik baktik diyebilirim. birsuru fotograf cektik ama onlar muzedeyken gorduklerimin, hissettiklerimin hakkini vermiyor. gidip gormek lazim kesinlikle. heykeller oyle, tablolar da tabii ki. hele bir merdivenden cikip, sola bakinca boticelli'nin bir freskini gordugumde hissettiklerimi nasil anlatsam bilemiyorum. bir sanat eserinin aslini gormek ne demekmis o gun anladim. resmin, heykelin nasil bir ilham kaynagi oldugunun farkinda bile degilmisim ben oraya gitmeden once. louvre'dan cikinca biraz cevrede dolandik, aksam yemegi icin bir yer aradik. sokakta muzik yapan iki ayri gruba rastladik, ikisi de cok guzeldi. biri zaten louvre binalarinin arasindaydi. o kadar etkileyiciydi ki... o aksam cok yorgun oldugumuz icin aksam yemeginden sonra otele donduk ve 9-10 gibi uyuduk.

ikinci gun, pazar gunu, montmartre'ye gittik. tepede bir katedral var, adini su anda hatirlayamiyorum, hatirlasam da yazamam zaten :) tepede bir yer, birsuru kucuk sokak var. zaten oraya cikarken yol uzerinde yine hediyelik esya satan birsuru dukkanda durduk, alisveris yaptik. o kadar eglenceli seyler var ki. ressamlarin oldugu bir meydan var sonra, orayi bulduk, orada dolandik biraz. tepede bir yerde krep yedik sonra. oradan asagiya dogru indik, moulin rouge'u bulduk. orada da fotograf cektirip biraz etrafa bakindiktan sonra metroyla bu sefer orsay muzesi'ne gittik. orasi da cok cok cok guzeldi. i don't know what to say to make the feeling come across. it was gorgeous, amazing, wonderful, inspiring... picasso sergisi vardi, onu gorduk merve ve ben. sonra degas, renoir, van gogh gorduk. Renoir'in " Le Moulin de la Galette" adli tablosunu gorunce Boticelli gordugumdeki gibi bir heyecana kapildim. Ama tam o bolumu gezerken muzede alarmlar calmaya basladi, bizi acil cikislardan disariya cikardilar. Ne yazik ki gezimiz yarim kaldi. Oradan cikinca yuruyerek Eyfel Kulesi'ne gittik. Gittigimizde hava coktan kararmisti. Eyfel kulesi karanlikta oyle guzel gorunuyor ki! Hem gec oldugu hem de Merve ve ben yuksekten korktugumuz icin kuleye cikmadik, sadece etrafinda dolastik ve bol bol fotograf cektik. oradan, yine yuruyerek champs elysees'e gittik. caddede biraz yuruyup, metroyla otelimize donduk. yine dus alip, biraz dinlenip, aksam yemegi icin disari ciktik. bu arada saat 10da aksam yemegi yiyebilmek cok guzel! otele yakin bir restoran bulduk, derdimizi ingilizce anlatmaya calisirken, garsonumuzun yari turk oldugunu ogrendik. 1-2 saat orada oturduk, sonra yine otelimize donduk.

pazartesi paris'te gezebilecegimiz son gundu. biz de bol bol gezdik. once opera binasina gittik. yine gorkemli, yine cok guzel, yine heyecan verici. keske firsatimiz olsaydi da orada bir gosteri izleyebilsekdik. oradan cikip notre dame'a gittik. once katedralini gezdik, sonra da kulelerini. kule turu icin yarim saat kadar sogukta sirada beklemek zorunda kaldik ama hem o kadar yuksekten paris'i gormek, hem de binayi o kadar yakindan gormek o kadar keyifliydi ki, kesinlikle degdi. cok detayli anlatamiyorum cunku hem uzerinden biraz zaman gecti, hem de baslasam o kadar cok sey anlatabilirim ki, hic acmak istemiyorum. :) oradan cikinca quartier latin denen bolgeyi biraz gezdik. burasi sorbonne cevresinde oldugu icin daha cok ogrencilere hitap eden magazalar var. sokaklarda dolastik. merve universiteyi cok gormek istiyordu, onu gorduk. ama iceri girmemize izin vermediler ne yazik ki. oradan st. germain'e gittik. orada biraz dolandik. yolda bir pijama magazasina ugradik, ben kendime indirimden pijama aldim. dolasirken bir kilisede chopin ve liszt konseriyle ilgili bir poster gormustuk. st. germain'den sonra notre dame'in hemen yaninda olan bu kiliseye gittik. konser de muhtesemdi. isiklar, muzik, kilisenin havasi... oradan cikinca aksam yemegi yedik ve yorgunluktan olerek otelimize donduk. ertesi sabah da once merve'yi trene bindirdik, rotterdam'a geri donmek uzere, sonra da havaalanina gittik.

avrupa yolculugumuz da ozetle boyleydi iste. fotograflar facebookta.

Thursday, January 15, 2009

tatil bitti bitiyor

Bu tatil de cok cabuk gecti. Ne zaman geldim, o zamandan beri neler yaptim, dusununce cok kisa bir zaman gecmis gibi geliyor. En cok Dilek'in eksikligini hissettim bu tatil. Her gun her gun arayip bulusacak, alisveris merkezi gezecek biri iyi oluyordu. Bir de Caner'i cok az gordum, ona da biraz uzuluyorum. Bunlarin disinda cok eglendim ama, bol bol disari ciktim, birsuru insanla zaman gecirdim.

Bir de bir hafta sonra Hollanda ve oradan da Paris'e gidecegim, bu yuzden de cok heyecanliyim. Dun vizelerimiz geldi. Otel bulmamiz lazim simdi, ondan sonra hersey hazir olacak. Amerika ve Kolombiya'dan sonra ilk kez baska bir ulkeye gidiyorum. Ilk kez Avrupa'ya gidiyorum zaten. Kisa bir tatil olacak gerci.

Daha sonra da New York'ta Eset ve Erkan'i gorme potansiyelim var. O da guzel bir degisiklik olacak. Bir de New York'a bir gittigimde MoMA'ya gitsem...

Gecen gun Julide, Sirin, Pelin ve Zehra'yla Kadikoy'de bulustuk. Pelin de tezini bir turlu bitiremiyormus. Kendimi biraz daha iyi hissettim tek ben olmadigim icin. Ama neden, neden? Tembel bir insan degilim ki ben? Beni tutan ne tam olarak? Ne yapmam lazim?

3-4 gun once aklima bir siir gelmisti, tam olarak ne oldugunu bulamadan unuttum, dun yine hatirlayinca bu sefer baktim. "O kadar guzel ki artik o kadar olur." o kadar guzel bir anlatim ki, yani artik o kadar olur. :)

GÜZELLEME

Bak bunlar ellerin senin bunlar ayaklarin
Bunlar o kadar güzel ki artik o kadar olur
Bunlar da saçlarin iste aksamdan çözülü
Bak bu sensin çocugum enine boyuna
Bu da yatak olduguna göre altimizdaki
Sabahlara kadar koynumda yatmissin
Bak bende yalan yok vallahi billahi
Sen o kadar güzelsin ki artik o kadar olur

Ise bak sen gözlerin de burda
Gözlerinin ucu da burda yasamaya alisik
Iyi ki burda yoksa ben ne yapardim
Bak çocugum kollarin iste çiplak iste
Bak gizlisi saklisi kalmadi günümüzün
Gözlerin sabahin sekizinde bana açik
Ne günah islediysek yari yariya

Sen asil bunlara bak bunlar dudaklarin
Bunlarin konusmasi olur öpülmesi olur
Seni usulca öpmüstüm ilk öptügümde
Vapurdaydik vapur kiyiya gidiyordu
Üç kulaç öteden Istanbul gidiyordu
Uzanmis seni usulca öpmüstüm
Hemen yanimizdan baliklar gidiyordu.

Cemal SÜREYA